7 Mayıs 2012 Pazartesi

Milli Degerler ve Milli Ruh

Yahya Kemal, Ziya Gökalp’la olan manzum bir şakalaşmasında: “Kökü mâzide olan atiyim” demişti. Bu dört kelimelik mısra, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düsturdur. Maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevî kanımızda, yani ruhumuzda olan istidatların, iyi ve kötü her şeyin jenleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.

Maziyi küçük görmekten hiçbir şey çıkmaz. Onu aşağılamak yanlış bir düşüncedir. Yeni doğmuş bebeği çirkin, akılsız, âciz diye sevmemek, onun sonra ne güzel bir şey olacağını düşünmeden yapılan nasıl bir haksızlıksa, kusurları olan maziyi sevmemek de öylece yanlış bir davranıştır.

Gerçi mazinin sisli ufuklarındaki şanlı ve büyük perdenin arkasında sönük ve korkunç başka perdeler de vardır. İnsanın henüz insanla hayvan ortası bir yaratık olduğu zaman hiç de övünülecek bir çağ değildir. Fakat ne yapalım ki bu böyledir. Yaratıcı kudretin bize çizdiği kaderdir. Onu değiştirmek kimsenin elinde değildir.

Övüncümüz, millet veya kavim olduğumuz zamanlardan başlar. Çünkü artık yasa içinde, düzenle, erdemle, yardımlaşma ile, teşkilâtla, fedakârlıkla, savaşta ölümü göze almakla yaşanan bir hayat başlamış, yaşamak güzelleşmiştir. Bu güzel hayatın da çirkin tarafları yok mudur? Elbette vardır. Fakat bir aksak mısra için güzel bir şiir nasıl atılamazsa, sesi çok çirkin olan bir kemancı kızın sanatı nasıl inkâr olunamazsa, bir ameliyatta hastayı öldüren birinci sınıf bir doktor nasıl büyük hekim olmaktan çıkmazsa bir millet de mazisindeki çirkin taraflar yüzünden sıfıra indirilemez. 

Bir insanın tek bir sözüne, bir eskrimcinin bir hamlesine, bir kumandanın bir muharebesine bakarak da hüküm verilemez. Hüküm vermek için o insana, o sporcuya, o kumandana topyekûn bakmak gerekir.
Atatürk’ün büyük kum andan olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Ama Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda Suriye’de yenildi. 

Gazi Osman Paşa da büyük kumandandır. O da yenildi. Hem de tutsak düştü. Bunlarla Atatürk’ün ve Gazi Osman Paşa’nın büyük kumandan olmak vasfı gider mi? Gitmediğine en büyük senet, Moskof Çarı’nın Gazi Osman Paşa’ya kılıçla gezmek müsaadesini vermesi, İngilizlerin de Çanakkale Savaşı hakkındaki resmî tarihlerinin başında Atatürk’e yaptıkları ithaftır. 

Mehmet Emin Yurdakul’un dediği gibi: Milliyetler mazilerden akıp gelen sellerdir. 

Mazide eşsiz bir güzellik vardır. Çünkü artık bir daha geriye gelmeyecektir. Çünkü orada hep ölüler yaşamakta ve suçlarından sıyrılmış olarak yalnız büyüklükleriyle bize bakmaktadır. Mazi güç kaynağı, fazilet ırmağıdır.

Milletlerin, mazilerine sımsıkı sarılmaları elbette boşuna değildir. Toprak altından çıkan şekilsiz taş parçalarını değerlendirmek, tek duvarı kalmış bir yapıyı ayakta tutmak için didinmek bir yaşama savaşı, köklü olmak ülküsünün görünüşüdür.

İskoçlar o acayip eteklikleri herhalde elâlemi kendilerine güldürmek için giymedikleri gibi İspanyollar da boğa güreşlerini vahşet olsun diye yapmıyorlar.

Millet hayatındaki vazgeçilmez unsurlardan biri de müziktir. Bazılarının dediği gibi müzik iptidaî insanın isterisinden doğmuş olsa bile artık güzel sanatların bir bölümü olarak hayata girmiştir. Çıkmaz; çıkarılamaz.

Biz de tâ Hunlar çağından, yani milâttan önceki yüzyıllardan beri bir saray ve ordu mızıkası olduğu tarihî kayıtlarla bilinmektedir. Bir millî marş, bir askerî beste, melâli anlatan bir parça yahut neşeli bir ezgi fertleri, toplulukları, milletleri ruhlandırır, bazen kendinden geçirir. İnsanlar müzikle duygulanırlar, sevinirler, bazen de ağlarlar.

Türk müziği, cihan devleti kurmuş bir milletin ruh olgunluğunu gösteren ağırbaşlı bir müziktir. Tabiî, onun her parçasına güzel denemez. Batı müziğinin her parçasına da denilemeyeceği gibi...Güzelin tarifi pek çoktur. Çünkü güzelin tartısı ve ölçüsü yoktur. Görende, duyanda büyük estetik tesir yapan şey güzeldir. Bu sebeple bir Türk’ün güzel bulduğu şeyle bir Batılı’nınki, bazen bir olsa da, çok defa aynı değildir.

Bizim müziğimizin büyük üstadlarından biri “Itrî”dir. Millî ruhu terennüm etmiş, Türk’ün duygusunu dile getirmiştir. Itrî bir mazidir, semboldür. Türk müziğinin devidir.

Türk Milleti günün birinde Müslümanlığı bıraksa bile nasıl Süleymaniye’yi sevecekse, müziği de hangi yolu ve yönü alırsa alsın Itrî’yi de öyle kutlayacaktır. Itrî bir mukallid yani bir çalgıcı değil, bir yaratıcı yani bir bestekârdır. 

Durum bu iken 27 Kasım 1971 tarihli Milliyet’te “Devlet Sanatçısı” Bayan Suna Kan’ın Itrî’yi de, tek sesli müzik dediğimiz Türk musikisini de yerin dibine batıran yazısını okuyunca hayretler içinde kaldık. Usta bir kemancı olan Suna Kan vaktiyle bir hârika çocuktu. Demek artık hârikalığı giderken sadece çocukluğu kalmış. Tek sesi hakir görmek nedir? Sindirilmemiş bir yükselmenin eseri... Müziğin ileri veya geri oluşunu yalnız tek ses veya çok sesle açıklama pek çocuksu bir izah değil mi? Caz müziği de çok seslidir ama bu, onu bayağı bir takırtı olmaktan kurtarmıyor.

Ney de tek sesli bir müzik aletidir. Ancak ney, tarihimizde sadece bir müzik aleti olarak değil, aynı zamanda şanlı bir silâh olarak da yer almıştır. Çünkü, tahtından indirildikten sonra bir odada tutuklu bulunan III. Selim, çoğu gayrı Türk kölelerden meydana gelen bir kalabalığın, kendisini öldürmek üzere, odasına saldırdıkları sırada ney çalmakta idi ve kendisini o tek sesli müzik aleti ile savunmuştu.

Suna Kan’ın küçümsediği kavuklu adamların çaldığı tek sesli mehterle ülkeler açıldı, teşkilât kuruldu ve İngiliz Toynbee’nin yer yüzünde kurulmuş iki buçuk imparatorluktan biri diye vasıflandırdığı Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürü ve medeniyeti yüzyıllarca yaşadı (öteki imparatorluk Roma, yarım olanı da İngiliz İmparatorluğu’dur).


Muhteşem bir tarihin müziğini küçük görmek o muhteşem maziyi de küçük görmek, kendisini bu milletten saymamaktır. Suna Kan, 22-23 Aralıkta Devlet konser salonunu “müzelik eserler” işgal ederse Devlet Sanatçılığı unvanını iade edecekmiş.

Etsin!.. Bu dünyaya bir Suna Kan gelmeseydi Türk milleti hiçbir şey kaybetmezdi. Gitmesiyle de kaybedecek değildir. Çünkü, o nihayet usta bir çalgıcıdır ki kendisinden daha usta olanlar da vardır.

Fakat dünyaya bir Itrî gelmeseydi Türk ırkının müzik yönü bugünkünden biraz daha aşağıda kalacaktı. Çünkü, O, gerçek sanatkâr, yani bestekârdı. 

Bir de her şeye Atatürk’ü karıştırmakla davalar çözümlenmez. Suna Kan’ın yaşı Atatürk’ün müzik hakkında konuşmalarını ve sözlerini bilecek kadar fazla değildir. Herhalde kendisine öğretenler var.

şunu asla unutmasın ki Atatürk tek sesli müziği sevmeseydi, sofrasında bu müzikle şarkılar söyletmez, kendisi de söylemez, hatta Zeybek havası çaldırıp bizzat oynamaz ve tek sesli besteler söylesin diye Safiye Ayla’yı çağırtıp getirmezdi. 

Millî değerlerin modası geçebilir, müzelik olabilirler. Fakat yine saygı görürler. Beethoven de müzeliktir ama hakaret görmüyor, baştacı ediliyor. Bugünkü Avrupa’nın insanlıktan çıkmış gençleri Beethoven’i dinleyip anlıyor mu? Onlar ancak Pop müziği denen vahşi seslerle zıplıyorlar. Fakat Beethoven’in tarihte aldığı yeri sarsamıyorlar, sarsamazlar.

Suna Kan’ın hücumlarına rağmen de Itrî tarihteki yerini almıştır, yıkılmaz. Hafif keman yayı ile vurarak üç yüzyıllık taş anıtı devirmeye imkân yoktur. O, millî ruhtan bir parçadır ve Türk ırkı yaşadıkça dimdik ayakta duracaktır.

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ
(20 Aralık 1971), Ötüken, 1972, Sayı: 92  

Türkçemizi Yüceltmek

Dilin önemi konusunda çok şey söylenir. Bunun yanında gerçek anlamda taşıdığı önem; konu sadece dilin kendisi olarak algılandığından veya algılatıldığından söylenemez. Bahsettiğimiz konu, ülkeler arasında var olan, dili ve kültürü bozmaya yönelik olarak yürütülen ruhbilimsel savaştır. Türkçe güçlü bir dildir, bu gücünü yok etmek üzere Türkçe’ye bilerek veya bilinmeyerek saldırılar düzenlenmektedir, bu saldırıların etkisiz hale getirilmesi ise hayati önem taşımaktadır.

Dilin önemi konusunda çok şey söylenir. Bunun yanında gerçek anlamda taşıdığı önem; konu sadece dilin kendisi olarak algılandığından veya algılatıldığından söylenemez. Bahsettiğimiz konu, ülkeler arasında var olan, dili ve kültürü bozmaya yönelik olarak yürütülen ruhbilimsel savaştır. Türkçe güçlü bir dildir, bu gücünü yok etmek üzere Türkçe’ye bilerek veya bilinmeyerek saldırılar düzenlenmektedir, bu saldırıların etkisiz hale getirilmesi ise hayati önem taşımaktadır.

Türkçe güçlü bir dildir savının içeriği nedir? Öncelikle Türkçe matematiksel ifadelere çevrilebilecek kurallarla tanımlanabildiğinden gerçek bir bilim dilidir(halbuki ingilizce böyle değildir). Belirli ekler ve belirli seslerle, belirli anlamlarda kelimeler türetilebilmektedir. Hatta, kelime türetme ve kök bulmaya yönelik hazırlanmış bilgisayar programları, Türkçe’nin bu özeliklere sahip yegane dil olduğunu kanıtlar. Ayrıca Türkçe’nin var olan ses uyumu, tutarlılığı ve sesçil olması ona güzel bir tını verir, anlaşılırlığını ve öğrenilebilirliğini kolaylaştırır. Bununla beraber Türkçe’si olduğu halde dilimize girmiş yabancı kelimeler; kavram yanılsamasına sebep olmakta, Türkçe kelimelerin kafamızda uyandırdığı ön imgeleri uyandıramayarak, ayrıca ezberlenmesi gereken kelimeler durumuna düşmektedir.
  
Söz gelimi konu hakkında bilgisi olmayan bir öğrenciye “termodinamik” dediğinizde hiç bir ön anlam kafasında uyanmayacak , ama “ısıl devinim” dediğinizde ısıl bir döngüden söz edildiği düşüncesi kafasında uyanacaktır, bu ön imge ile konu çok daha iyi bir şekilde anlaşılacaktır.Halihazırda Türkçe büyük bir savaş vermektedir. Bu savaş çok yönlüdür. Ama önce tarihteki dil ve kültür katliamlarına bakalım. Roma İmparatorluğu savaşarak elde edemediği yerlerin kültürünü dolayısıyla dilini bozarak asimile eder, böylece kendi benliğini koruyamayan bireyleri, kolayca buyruğu altına alırdı. Aynı şekilde, bunu örnek alan 19. yüzyılın süper gücü İngiltere de, İrlanda’nın resmi dilini İngilizce’ye çevirterek bu ulusta İrlanda dili “Gaelik” i bilenlerin sayısını yarım asırda %30 lara düşürmüş, İrlanda ulusunu yok olma noktasına getirmişti. Benzer şekilde çağımızın süper güçleri ve tüketici toplum kültürü hastalığını yayarak diğer kültürleri yok etmek isteyenler de gözünü güçlenmesinden korktukları Türkiye’ye çevirmişlerdir. Türkiye’de eğitimin çok güçlü olduğu 1950 lerde yabancı dille eğitimin yaygınlaşmasıyla eğitim, büyük bir gerileme kat etmiştir. Türkçe yapıldığı sanılan üniversite eğitimi bile aslında “stabilite”, “reaksiyon” gibi anlaşılması zor yabancı kelimelerle yapılmıştır. Doğrudan eğitimi ingilizce olan kurumlarda ise söyledikleri anlaşılmayan ve söylediklerini anlayamayan insanlar yetişmiştir. Ne yazık ki ileriye gitmenin herşeyi taklit etmek olarak algılanması, doktorların ve mühendislerin yaptığı gibi anlaşılmaz kelimelerle konuşmanın marifet ve üstünlük sayılması, tüketim kültürü temsilcileri tarafından kullanılmış; değerlerimiz ve düşünce üretimimiz yok edile gelmiştir. Bu da bizi köleleşmeye doğru hızla sürüklemekte ve millet olarak aramızdaki iletişim bağını da zayıflattığından insanlıktan uzak bir toplum haline getirmektedir. Türkçe’nin korunması ise yukarıdaki durumların gerçekleşmemesinin yanında, Türkçe’nin ve Türk kültürünün sahip olduğu insani duygu ve kavramların yaşatılması açısından önemlidir. Mesela ingilizcede “gönül” kelimesi yoktur, “aşk” kelimesinin dilimizde “cinsel çekim” anlamına gelmemesi de diğer bir örnektir. Türkçe, türk insanının ihtiyaçları doğrultusunda işlenerek bilime yön verir; varlıklar ve kavramlar zaten Türkçe düşünüldüğünden, Türkçe olduğu haliyle var olduğundan bilim ve sanat ilerler.

 Sonuç olarak üretebilen, düşünebilen özgür yarınlar ancak Türkçe’nin yaşatılması sayesinde ortaya çıkabilir. Türkçe eğitim almış, kimliğini unutmamış bilim dünyasında sayısız başarılar kazanmış, dünyanın en genç profesörü, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü gibi ünvanları alan tek kişi olmasının yanında sayısız devlet nişanı almış bir kişi olan Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu buna örnek gösterilebilir. Kimya, biyoloji, matematik ve fizik alanlarında devrim yaratmış çalışmalarını Türkçe bilime sahip çıkmasıyla gerçekleştirebildiğini belirtmekle Atatürk’ün bıraktığı mirasa sahip çıkmaktadır.Ekte Atatürk’ün dil ve kültür üzerine söylediği Türk Tarih Kurumu tarafından da onaylanmış bir yazı mevcuttur.

KAYNAKLAR:
1. Aksan Doğan, “Türkçe’nin Gücü” , 1995
2. Polat Yusuf , “İnceleme”,
3. Sinanoğlu Oktay , “Bye Bye Türkçe”,
4. Türk Tarih Kurumu Arşivleri

İlk Yazılı Tarihimiz: "Orhun Yazıtları"

İlk Yazılı Tarihimiz: Orhun Yazıtları
Türk yazı dilinin ilk örneklerinin ortaya konulduğu, eşi bulunmayacak değerde bilgiler içeren Orhun Yazıtları, her Türk’ün hakkında bilgi sahibi olması ve onu okuyup hakkıyla benimseyerek Atalarımızın verdikleri uyarıları dikkate alması gereken büyük bir abidedir. Çünkü o kutlu yazıtlarda bilge, alp, inançlı ve pek yürekli atalarımızın, binlerce yıl önce dünyaya düzen vermek ve Türk soyunu, kültürünü, ulusunu… bengi (ebedî) kılmak için yaptığı çalışmalar neticesinde oluşan Türk tarihi yazılmaktadır. Orhun Yazıtları‘nın değerini anlatabilmek için “Çünkü…” ile başlayan tümceler arka arkaya dizilebilir. Ben, yazıma yazıtların değerini ustalıkla dile getiren büyük Türkolog Muharrem Ergin‘in Orhun Abideleri adlı yapıtındaki bir paragraflık alıntıyla başlamak istiyorum:

Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilkTürkçe metin. İlk Türk tarihi. Taşlar üzerine yazılmış tarih. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri. Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası. Türk askeri dehasının, Türk askerlik sanatının esasları. Türk gururun ilâhi yüksekliği. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği. Türk içtimai hayatının ulvi tablosu. Türk edebiyatının ilk şaheseri. Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri. Hükümdarâne eda ve ihtişamlı hitap tarzı. Yalın ve keskin üslûbun şaşırtıcı numunesi. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser. Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık. Türk dilinin mübarek kaynağı. Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği. Türk yazı dilinin başlangıcını milâdın ilk asırlarına çıkartan delil. Türk ordusunun kuruluşunu en az 1250 sene öteye götüren vesika. Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser. İnsanlık âleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları. Dünyanın bugün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikazı…” [1]

Türk yazı dilinin ilk örneklerini gördüğümüz bengü taşlar, bugün hâlâ yaşayan Orkun Irmağı’nın [2] çevresine dikildiği için onlara “Orhun Yazıtları (Abideleri)” denmiştir. Aynı zamanda yazıtlara, Göktürkler döneminde dikildikleri için “Göktürk Yazıtları” da denmektedir. Ayrıca bir de “Yenisey Yazıtları” vardır ki, bunlar Orhun Yazıtları ile aynı değildir. Kesin olarak bilinmese de, Yenisey Yazıtları’nın Orhun Yazıtları‘ndan daha önce dikildiği tahmin edilmektedir. Orhun Yazıtları, yaklaşık olarak 720 – 735 ‘li yıllar arasında dikilmiştir. Dikili taşlardan önemli olan üç tanesi “Kül TiginBilge Kağan ve Tonyukuk Yazıtları” dır. Kül Tigin ve Bilge Kağan, 2. Göktürk Devleti’nin kurucusu olan İlteriş (Kutlug) Kağan’ın çocukları; Tonyukuk da dönemin veziridir.




Yazıtları çok fazla tarihsel veya karışık bilgilerle anlatarak yazıyı sıkıcı hâle sokmadan, yazıtların içeriğinden bahsetmek istiyorum.[3] Türkler o dönemlerde askerlik alanında çok ileriydiler ve birçok ulusa örnek olacak kadar gelişmiş bir orduya sahiptirler. Hem o dönemin koşulları hem de Türklerin bağımsızlık tutkuları nedeniyle Göktürkler döneminde çok sık savaşların yapıldığını görüyoruz. Doğal olarak yazıtlarda da savaşlardan bahsediliyor. Zaten Bilge Kağan‘ın, Kül Tigin’in ve Tonyukuk‘un taşlara yaşadıklarını yazdırıp kendilerinden sonraki kuşaklara onu bırakması, bir bakıma Kağanların topluma hesap vermedir. Bu da “ilk tarih yazılarının” oluşmasını sağlamıştır. Yazıtlarda genel olarak savaşlar, kağanların değişmesi, aile ilişkileri, cenaze törenleri, Türk ulusuna uyarılar ve o dönemdeki yaşantı anlatılmaktadır.


“Kiyük yiyü, tabışgan yiyü oturur ertimiz.” [Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk.] gibi tümcelerin bulunması, o dönemdeki yaşam biçimimizi az çok ortaya koymaktadır. “Tegdükin Türk Begler kop bilir siz. O süg anda yok kıldımız. [Hücum ettiğini Türk Beyleri'nin hep bilirsiniz. O orduyu orada yok kıldık.] denmesi, Türklerin o dönemde de ordularının çok güçlü olduğunu gösteriyor. “Türk Oğuz begleri, buduñ eşiding? Üze tengri basmasar, asra yir teliñmeser, Türk buduñ, ilingin törüngin kim artatı udaçı erti?” [Türk Oğuz beğleri, ulusu, işitin: Üstte gök çökmese, altta yer delinmese senin ilini, töreni kim bozabilecekti?] diye Türk budununa uyarıda bulunulması da, hem o dönemdeki Gök Tanrı Dini’nin izlerini taşımakta hem de ulusun güçlendirilmesi için güdülendiği görülmektedir. Kül Tigin ol süngüşde otuz yaşayur erti. Alp Şalçı akın binip oplayu tegdi. İki erig udu aşuru sançtı.” [Kül Tigin o savaşta otuz yaşında idi. Alp Şalçı atına binip atılarak hücum etti. İki eri takip edip kovalayarak mızrakladı.] bölümü ise, yazıların birçok bölümünde anlatılanlara benzer savaş sahnelerini gözümüzde canlandırmaktadır.

Yazıtların çoğu, Kül Tigin ve Bilge Kağan‘ın yeğeni olan Yollug Tigin tarafından yazılmıştır. Kendisi de bazı yazıtların bir yüzüne şöyle not düşmüştür: “Bunça bitig bitigme atısı Kül Tigin atısı Yollug Tigin bitidim. Yigirmi kün olurup bu taşka bu tamka kop Yollug Tigin bitidim.” [Bunca yazıyı yazan Kül Tigin'in yeğeni Yollug Tigin, yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa, bu duvara hep Yollug Tigin, yazdım.] Çok ağır ve sert taş kalıplarının üzerine, yazı yazmanın ne kadar zor olacağı, birazcık düşününce anlaşılabilir. Taşlar üzerine yazıların çiviye benzer bir demire, çekice benzer bir aletle vurularak yazıldığı bilinmektedir. Zaten bunun için de o dönemde “yazı yazmak” eylemi “bitimek, tokımak, urmak” sözcükleriyle karşılanmıştır. Fakat bazı dikili taşların “boyandığı” da bilinmektedir. Yazıtların arasındaki mesafe değişmekle birlikte, yaklaşık 1 km’dir. Yazıtlar sağdan sola ve yukarıdan aşağıya doğru yazılmıştır. Bazı taşlar, kaplumbağa biçimindeki kalıpların içerisine oturtulmuştur. Dikili taşların dört yüzünde de yazı bulunmaktadır.

Yazıtlar, Türkçenin gücünü ve köklülüğünü ortaya koyması yönüyle çok önemlidir. Türk Dili‘nin ilk yazılı kaynakları olan ve yazı dilinin ilk örneklerini oluşturan Orhun Yazıtları, bundan bin yıl öncesinde bile düzenli ve güçlü bir dilimizin varlığını kanıtlamaktadır. Orhun Abideleri’nde geçen sözcüklerin %99′una yakını Türkçe kökenlidir. Türkçe kökenli olmayan sözcükler de Çinli generallerin veya ordu gönderilen yerlerin “özel” adlarıdır. Bugün Türkçenin kökeni ile ilgili bilgilerimizin çoğuna, Orhun Yazıtları‘ndan hareket edilerek ulaşılmıştır. Orhun Yazıtları‘nda Türkçemizin o dönemdeki “söz varlığı” da aşağı yukarı ortaya koyulmuştur. Morris Swadesh adlı ünlü bir dil bilimcinin yaptığı çalışma sonucunda elde ettiği “yüz temel sözcük listesi” ne baktığımız zaman, bu sözcüklerin 64 tanesi yazıtlarda geçmektedir. Yukarıda yazıtların çok “sınırlı” alanda bilgiler içerdiğini ve genelde “savaş, ordu, kağanlık…” ile ilgili şeyler anlatıldığını söylemiştik. Bunun için, yazıtların o dönemdeki söz varlığını tam olarak ortaya koyamayacağını söyleyebiliriz. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse: Yazıtlarda M. Swadesh’in belirlediği 100 sözcükten “burun ve ağız” sözcükleri geçmemektedir; fakat “diş, baş, kulak” gibi sözcükler yazıtlarda geçmektedir. Mantıklı olarak düşünüldüğünde, bir ulusun dilinde “diş, kulak ve baş” için sözcük varken, “burun ve ağız” için sözcüğün olmaması saçma olur. Bu sözcükler kuşkusuz o dönemde dilimizde bulunuyordu; fakat Yazıtlar’da bu sözcüklerin kullanılmasını gerektirecek konular anlatılmadığı için, bu sözcükler kullanılmamıştır.

Orhun Yazıtları, aynı zamanda bir “seslenme – hitabet” sanatı ürünüdür. Bilge Kağan‘ın Türk Budunu’na seslenişi, onları uyarışı gerçekten bir “sanatçı” edasıyla yazılmıştır. AyrıcaTonyukuk‘un bilinen ilk Türk tarihçisi olduğu söylenmektedir. Kuşkusuz bin yıl önce bile “edebî” anlamda çok büyük değer taşıyan ve bugün hayranlıkla okunan bu yazıtların oluşturulabilmesi için, o dönemden çok daha öncelerde dilin uzun süre işlenmesi ve bir “yazı ve yazın dili” hâline gelmesi gerekmektedir. Bu da, Türkçemizin yaşı sorununa farklı bir bakış açısı kazandırmaktadır. Dikkatle incelenirse, yazıtlarda “renk, oluş, yer, yön, doğa, hayvan, zaman, duygu, düşünce, akrabalık, sayı, yaşam, savaş, askerlik, sanat…” adlarının kullanıldığı görülür. “Böri (Kurt), Tabışgan (Tavşan), Tonguz (Domuz), At, Buka (Boğa), Kiyik (Geyik), Teyeñ (Sincap), İt, Koñ (Koyun), İñek” gibi hayvan adları bile, o küçücük metinlerdeki büyük söz varlığımızı göstermeye yeterlidir. Ayrıca yazıtlar, bin yıl öncesinde bile dilimizde belirgin bir soyut kavram zenginliğinin gözler önüne serilmesini sağlamıştır.

Yazıtların, yüzlerce yıl sonra gün yüzüne çıkarılması da ilginçtir. Orkun – Yenisey Irmağı çevresinde dikili taşların olduğunu söyleyen bazı kişiler, o yerlerin bazı bilim adamlarınca ziyaret edilmesini sağlamıştır. Türk olmayan bir doktor ve subayın dikili taşları gördükten sonra onlar hakkında verdikleri kısa bilgiler, Batı’da dikili taşlara olan ilgiyi uyandırmıştır. Büyük dil bilimcilerden olan Wilhelm Radloff ve Wilhelm Thomsen, yazıtların kime ait olduğunu bulmak için yazıları okumaya çalışmışlardır. Kül Tigin Yazıtı’nın Batı yüzündeki Çince yazıyı hemen fark edip okumuş ve yazıtların Türkler‘e ait olduklarını açıklamışlardır. Daha sonra W. Radloff ve W. Thomsen yazıtları okuyabilmek için resmen yarış içerisine girmişlerdir. Danimarkalı dil bilimci W. Thomsen, yoğun çalışmaları sonucu yazıtların sağdan sola doğru yazıldığını ve “Kül TiginGöktürkBilge Kağan” gibi yazıtlarda sık geçen sözcükleri çözüp, bunlardan hareketle ünlü ve ünsüz sesleri çözdüğünü açıklamıştır. Bu aşamadan sonrası çorap söküğü gibi kendiliğinden gelmiştir. Türk Dünyası‘nın bu çalışmalar bittikten sonra Göktürk Yazıtları’ndan haberdar olması yüreğimizi burksa da, yabancı dil bilimcilerin yazıtlar üzerindeki ilgisi ve yoğun çalışmaları takdir edilecek bir duruştur. Türk Dünyası’nda Yazıtlarla ilgili ilk olarak Necip Asım ve M. Fuat Köprülü çalışmıştır. Daha sonraHüseyin Namık OrkunMuharrem ErginNihal AtsızAhmet Bican ErcilasunOsman Fikri Sertkaya ve Cengiz Alyılmaz gibi büyük Türkologlar dikili taşlar üzerinde çalışmalar yapmışlardır.

Son olarak yazıtların bugünkü durumundan bahsedeceğim. Orhun Yazıtları, tıpkı Ötüken Ormanları gibi bugün Moğolistan sınırları içerisinde bulunuyor. Yazıtlar bulunduktan ve önemi kavrandıktan sonra Türklerin yazıtlara gösterdikleri yoğun ilgiler nedeniyle, Abideler’in bulunduğu alan koruma içerisine alınmış durumda. Dikili taşların çoğu, bugüne gelene kadar korumasız bir biçimde geçirdiği yüzlerce yıl içerisinde oldukça yıpranmış. Bazı taşların belirli yüzleri, rüzgarın etkisiyle aşınmış ve üzerindeki yazılar okunmayacak duruma gelmiş. Fakat şu anda yazıtların hepsi koruma altına alınmış, bazıları anıt yapılar içerisine alınmış durumdadır. Ayrıca dikili taşların yıpranmış bölgeleri, çeşitli yöntemlerle okunabilecek duruma getirilmiştir. Bugün Moğolistan’daki Orhun Yazıtları için geziler düzenlenmekte ve birçok Türkolog yazıtlar üzerinde çalışmalar yapmaktadır. [4]

Yavuz TANYERİ

1. Prof. Dr. Muharrem Ergin‘in alıntısını yaptığım bu yazısının devamını okumak için Boğaziçi Yayınları’nın bastırdığı “Orhun Abideleri” adlı yapıta bakabilirsiniz.

2. “Orkun” adı, “Or + Kun” biçiminde oluşmuştur. Eski Türkçede “or“, “yer” demektir. “Kun” ise, atalarımızın adı olan “Hun” adının Eski Türkçedeki biçimidir. Buradan anlaşılacağı gibi “Orkun” adı, “Hunların yeri” anlamına gelmektedir. Bugün dikili taşların bulunduğu yerler, bir zamanlar Türkler’in yurduydu…

3. Daha fazla bilgi için “Prof. Dr. Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları” yapıtına bakabilirsiniz.

4. Günümüzde Orhun Yazıtları üzerinde en çok çalışan Türkologlardan biri, değerli hocamız Doç. Dr. Cengiz Alyılmaz‘dır.Orhun Yazıtları‘nın bugünkü durumunu merak edenler, birkaç yıl önce Orhun Yazıtları‘nı gece gündüz demeden inceleyen ve hatta dikili taşların dibinde uyuklayan değerli hocamızın “Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu” (*) adlı yapıtına bakabilirler.